HER DEVİR KENDİ KÜLTÜRÜNÜ OLUŞTURUYOR
Arkadaşım Elmas İstanbul’da buluştuğumuzda annesinin bir anısını anlatmıştı. Yıllar önce köylerinden bir vatandaş yolcu taşımak üzere minibüs alır ve köyün kadınlarını Edirne’ye gezmeye götürür. Kadınlar köyde minibüse binerlerken ayakkabılarını çıkarıp yalınayak binmişler. Amaç minibüs kirlenmesin. Ancak ayakkabılarını ne bir torbaya koyup ellerine akmışlar ne bir kutuya. Kalmış ayakkabılar köyde.
Edirne’ye varıp inecekleri zaman akılları başlarına gelmiş.
Abooo biz yalınayak geldik. Şimdi ne olacak? deyip kendi kendilerine söylenmişler. Bir birlerinin haline bakıp gülmeye başlamışlar. Onlar Edirne’yi minibüs içinde mi gezecekler diye düşündüler her neyse kalmışlar yalınayak. Şoför:
Siz bekleyin hele arabada bir yol ben bakınayım ucuzundan bir şeyler bulursam alıp geleyim, deyip çarşıya gitmiş.
Bir süre sonra elinde on beş çift nalınla gelmiş. O zamanın geçeri o. Hem de ucuzundan giyecek. Kadınlar gün boyu Edirne camilerini, çarşı pazarını takıdık, tukuduk, diye nalınla gezip durmuşlar. Amma araba temiz kalmış.
Bizi bu olayı anlatmaya iten sebeplerden biri Somadaki faciada kirlenmesin diye ambulansa çizmelerini çıkarıp binen yaralı vatandaş oldu. Hâlbuki araca binerken ilk çıkarılan ayakkabı onunkiler değildi. Sadece zaman ve durum farkı vardı.
Yenicegöreceli birinin anısında da akşam geç vakit olmasına rağmen teyp dinleyen gençlere:
– Yeter kapatıp yatın artık yahu, kaç para elektrik parası geliyor, haberiniz var mı sizin! diye çıkışmış dayıları. Halbuki teyp motoru elektrik sayacını çevirmeye sebep olacak güçte elektriği mümkün değil çekmez ama o henüz bu bilgiye ulaşamamıştı.
Günümüz esprilerinde teknoloji ve güncel kavramlar yer alıyor.
Radyo onuncu kattan düşmüş niye bozulmamış? Hafif müzik çalıyormuş da ondan.
Nasrettin Hoca eşeğinin kaybolan heybesini bulamazsa ne yapacağını köylülere:
-Heybe bulunmasın, ben yapacağımı bilirim, diye söylenip duruyormuş. Millet düşmüş heybenin peşine, biri bir yerlerden bir şekilde bulmuş da heybeyi hocaya vermiş. Böylece sorun ortadan kalkmış. Ama köylüler merak etmişler bir defa:
-Hocam heybe bulunmasa ne yapacaktın? diye sormuşlar. O da yenisini yapacaktım demiş, gayet sakin.
Şimdi çocuklar parçada geçen “heybe” kelimesinin anlamını ceplerinde taşıdıkları akıllı telefonlarında yüklü olan sözlükten bakıp buluyorlar. Akıllı tahtadan görsellerden bulup gösteriyoruz.Zaman bize akıllı tahtalar işe espri üretme aşamasında, biz tebeşir ve karatahtayı bilirdik sadece elli yılda ulaşılanlar yeni bir kültürü ve onun getirdiklerini yaşatıp benimsetiyor. Tebeşir tozu yutup ateşini çıkaran, okuldan kıran öğrencilerin yaşadığı zevki de akıllı tahtayı kullanan çocuklar yaşayamayacak.
Heybe bende annemden aktarıldığı kadarıyla iki köy arasında yolculuklarımızda eşeğin heybesinde yolculuk ediyormuşum, içim geçer uyurmuşum.
Dedem ve babam da bağlıktan sabah sabah gidip karpuz koparırlar ve heybe ile götürürlerdi köye. Sabah kahvaltısına yetişirdi gecenin serinini almış gevrek karpuzlar. Kıra giderken de yanımıza alır öğlen yemeğinde keser yerdik karpuzlardan. O karpuzlar yok artık. O tat da alınmıyor karpuzdan. Bir kere emek yok pazardan, marketten alınan karpuzda.
Eşekten düşmüş karpuz gibi sözünü nereden bilecek heybeyi eşeği görsellerde gören nesil. Onun kültürü ve atasözü deyimi de farklı olmak zorunda haliyle.
Annem köyde kardeşimin kestiği kurbanın bacaklarından çıkarttığı dört adet aşık kemiğini kızım Elif Ecem’e vermiş. O da babaannemden hediye diye saklıyormuş. Elime geçtiklerinde önce eşime bunlar nedir? Diye sordum.
-Ecem’e babaannesi vermiş. Dedi.
Telefonumla resimlerini çekip Milli Kültür, çocuk oyunları konularını işlerken öğrencilerime gösterdim. Pek çoğu mantıya benzetti. Başka şeylere benzeten oldu. Öğretmenler odasında arkadaşlarıma gösterdim. Onların da büyük çoğunluğu tanımadı. Zekiye ablam kardeşlerimle arasında en az on yaş fark olmasına rağmen çok da zevk alarak oynarlardı onlarla. Suluboya ile rengarenk boyarlardı onları.
Annem Ceren’e de vermiş bir takım. O da: –
Ben onları boyadım, diyor. Cereni oynarken görmedim aşık oyununu. Ailesi Trakyalı bir öğrencim var. O da tanıdı. Annemin çocukluğundan kalma var evde, bana nasıl oynandığını gösterdi, dedi.
Şimdi çocuklar, Wailandlarda “eğlencenin dibine vur”uyorlar. Basit oyunlar ve oyuncaklar olarak görüyorlar eski zaman oyuncaklarını. Halbuki bizim için hem kafa çalıştırıcı özellikleri vardı hem de kas. Arkadaşlık, ortaklık, paylaşma, sıraya riayeti o oyunlarla öğreniyorduk.
Onlara çocukluğumuzda ayçiçeği kafalarından araba yapıp sürdüğümüzü söylediğimde, önce akıllarında bunun nasıl bir şey olabileceğini düşündüler sonra bazıları:
O nasıl bir şeydi ki dedi, bazıları da kırılmıyor muydu diye sordu. Kısa bir süre de olsa işimizi gördüğünü sonra da sürtünme kuvveti ile kurumaya yüz tutunca önce yamulup esnediğini, sonra da kırılıp dağıldığını anlattım onlara.
Aynı şekilde ayçiçeği kafası yerine bazen de kabaktan arabalar yaptığımızı anlattım. Hocam sizin hiç oyuncağınız olmadı mı hep kendiniz mi yapardınız oyuncaklarınızı? sorusu geldi.
Oyuncaklarım oldu. Dedem pazara gidince bana dönüşte oyuncaklar alırdı arada bir de olsa. Ancak o zamanki teknolojinin basitliği ve benim de aşırı merakım ömürlerinin kısa olmasına yol açardı. Bir defasında siyah büyükçe bir uçak alıp gelmişti. Uçağın camlarında kabartma insan figürleri vardı. Gerçek olup olamayacaklarını anlamak için bıçakla uçağı kesip parçaladım. Ancak içinde yolcu yoktu. Uçağımın yok olması, içinden çıkacak insanları misafir edip onlarla, her nereden geliyorlarsa onların oraları hakkında konuşamamış olmamın verdiği hayal kırıklığı çok canımı sıkmıştı.
Bir defasında da üç tekerlekli bisiklet almıştı dedem bana. O da sağlam bir şey değildi. Tekerleklerin jantlarındaki kaynaklar kırılıp duruyordu. Her defasında kaynağa gidip geliyordu. Sağlam duran tekerlerin kırılmasıyla sevincim kursağımda kalıyordu. O da fazla ömürlü olmadı diyebilirim.
Babamla hayvanları sulamak için köy dışına Karabiber’e çeşmeye giderdik. Hayvanlar gün boyu ahırda yatmaktan strese girerdi. Sulama bahanesiyle gezdirmiş de olurduk onları. Yine böyle bir günde Tepeli’nin Ali ile Keçinin İbrahim yağmur sularını toplayıp biriktirdikleri küçük bir baraj yapmışlar. Biriken suyu küçük bir boru ile yüksekten akıtarak çeşme, savak yapmışlar. Çok hoşuma gitti ve bunu ben bizim hendeğe yapmalıyım deyip boruyu söküp aldım. Bahçemizin yola bakan kısmındaki hendeğe barajımı kurdum. Yağmur mevsimi olmalı ki her yerde su varmış. Benim baraj- çeşme akmaya başladı. Ancak borularının kaybolduğunu gören Ali aga ile İbrahim bizim oradan geçerken taze barajı ve kendilerine ait boruyu farkedip söküp almışlar. Söküp almakla kalmadılar beni ilk ele geçirdiklerinde bunun hesabını da sordular. Sen bizim boruyu niye çaldın? diye bir güzel azarladılar.
Ne var ki ben aynı sistemi Manisa Kırkağaçta askerlik yaptığım sırada yirmi beşli yaşlarımda patlayan su borusunun biriktirdiği suların önüne oluşturduğum barajla gerçekleştirdim. Önünde hala elimde olan bir de resim çekildim hatıra olarak.
Anlatacak olsan Ali aga vefat etti. Anı yok. İbrahim’in de üzerinden elli yıl geçmiş olan bir olayı hatırlama olasılığının yüzde sıfır olduğuna eminim.
Kızım Ecmel’in üniversitede barajla ilgili derslerdeki başarısının benim ta çocukluğumda kurduğum barajlara bağlı olma ihtimali var mıdır desem. Ne alaka ise. Ama düşünmek de gerekiyor bazen sıfırlı olasılıkları. -Burası tamamen doldurma amaçlı yazıldı sayfaya.-
Elmas, Bursa’daki misafirlik gecesinde kara çarşafı ampule sararak odayı karartmak da en az ampulün icadı kadar önemli bir olay aslında. Her ikisinde de ortada bir sorun var ve sorunun çözülmesi aşamaları gerçekleşip amaca ulaşma var. Biri aydınlattı. Biri kararttı.
Çarşaf da Trakya’da kullanılan bir giysiydi aslında. Annemlerin köyünde kadınlar çarşaf giyerdi çocukluğumda. Sonra büyük teyzemin evli olduğu Rahmança köyünde, kasabamız Küplü’de başka köylerde de. Ancak kıyafet yönetmeliği yönetmelikten ziyade değişime ayak uydurma olarak gerçekleştiği için zaman içinde bu köylerde artık kullanılmıyor. Uzunköprü’de pazarın kurulduğu perşembe günleri özellikle Yeniköylü yaşlı teyzelerin çarşaf giydiklerini görüyorum Son mohikanlar gibi son çarşaflı kadınlar mı yoksa geleceğin Türkiye’sinde bir gün yine milli kıyafet olur mu? Zaman neler gösterir bilinmez.
Zaman neleri değiştirmedi ki. Dedem, babam pazara traktör veya kamyonla gitmiş yıllarca. Ondan önce de yaya. Ben Keçilerin Ford minibüsle gittiğimi hatırlıyorum Meriç’e pazara dedemle birlikte bir salı günü ilk defa. Kışlık bir palto almıştık bana.
Annem büyük ihtimalle otuzlu yaşlarına kadar ya hiç gitmemiştir. Ya da çok gerekli olmuşsa birkaç defa gitmiştir. Şimdi de gitmesine gerek kalmıyor. Çünkü Cumartesileri öğleden sonraları Pazar gelip köyde kuruluyor. Onlar da evimize yakın kurulan pazara bakınarak, salına salına gidip temel ihtiyaçlarını görüp geliyorlar. Köyde yaşıyor olmak köylü olmayı gerektirmiyor artık Patates, soğan, temizlenmiş doğranmış tavuğun istediğin yerinden eti, yumurtası köye pazara geliyor. Bakkallarda pastörize süt ve yoğurt da var.
Uçurtmamı da anlatmam gerek aslında bu yazıda. Hakkı komşum yapmıştı ilk uçurtmayı bana. Kendim babamla denedim beceremedim. Sonra utana sıkıla bir akşam yemeğinden sonra babamla evlerine gidip rica ettik. Sağ olsun kırmadı yaptı uçurtmayı benim için. Bana kalsa o gece hemen uçurabilirdim. Hamurları kurusun diye sabahı bekledim. Kardeşimle saldık uçurduk ertesi gün. İpi kopup gitti, Hıdır Osmanların ot yığınına takıldı. Gemleri zarar gördü. Sonra da çıtaları kırıldı. O da tatlı bir anı oldu geçmişte kalan.
Traktör ön tekerleklerini çevirdiğimiz akşamüzerlerine ne demeli. Yorulup biterdik halsizlikten Tekerlekleri köy meydanında yuvarlamaktan bir aşağı bir yukarı.
Çelik çomak ayrı bir zevk deryası idi yazdım onu başka bir yazımda. Tekrarlamak istemiyorum. Köy meydanında karanlıklar basana kadar oynardık. İddialı olurdu oyunlarımız.
Zaman bizi kültürsüzleştirmiyor, yeni kültürlere yöneltiyor.
Otobüslere ayakkabı ile girince kirlenecek korkusu yok, muavin eğer illa gerekiyorsa yağımıza geçirmek üzere bir galoş verir, temizlemek yerine kirletmemek marifetine ulaştırabilir biz.