EDİRNE ADASARHANLI KÖYÜ

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Anılar
  4. »
  5. SINIRSIZLAR

SINIRSIZLAR

Enver Erkan Enver Erkan -
1005 0

SINIRSIZLAR

Sevmek tamam da sevdayı yaşamak, hayata geçirmek lazımdır. Bu defa da edinilmiş alışkanlıklarımız, korkularımız, kaygılarımız girer devreye.  Rıdvan için de arkadaşı ile ilişkilerini sürdürmek gerekliydi. Lakin önce babasından, sonra kanunlardan, devletten korkuyordu. Çocukluğundan beri bakıp gördüğü suyun ötesini hep merak ediyor ve bu merakı ile ilgili duygu ve düşüncelerini İlhan’a yol boyunca yürüyüşlerinde neredeyse her gece anlatıyordu. Acaba orada olmak nasıl bir duyguydu. Gitmek; oradakileri görmek ne iyi olurdu. Gelgelelim onların dilini bilmiyorlardı, konuşmak, anlatmak, anlamak nasıl olacaktı. Onlarla aynı dili konuşmuyorlardı. Gerçi o bölgedeki yoğun olarak Türklerin yaşadığını, bizimle aynı dili kullandıklarını büyüklerinden duyuyorlardı. Mübadelede sınırın ötesinde kalan Türkler varmış ne demek olduğunu tam olarak anlamasa da öyle söylüyordu dedesi. Sınıra yakın tarlalarında çalışırken bazen nehirden su almak için dedesi ile giderdi. Yaşına göre gözüne çok geniş görünürdü nehir. Karşıya yüzmek imkânsızdı o zamanlar. Sonraları nehrin önüne Bulgaristan devleti tarafından sayısız baraj yapılınca yazları adeta bir dere kadar kalıyordu. Lakin yine de korkuyordu. Hem bizim tarafta devriye gezen askerler hem de karşıda askerler vardı. Görülür ve yakalanırlarsa korkusu üstün geliyordu. Hayalleri yarım kalıyordu hep. Ötesi ile ilgili. Bu gün ilhan ona:

– Madem o kadar çok istiyorsun, gidelim karşıya, dedi. Önce şaka zannetti Rıdvan. Gel gelelim İlhan gayet ciddi olduğunu söylüyor.

-Ne olacak ki sanki, deyip durdu.

Rıdvan yıllarca kafasından geçirdiği olasılıkları bir kez daha sayıp döktü. İlhan korku ile yaşayacağımıza merakımızı gideririz, dedi, kararlı bir ses tonuyla.

Rıdvan o gece bir türlü uyuyamadı. Neredeyse bütün gece olabilecekleri düşündü. Eskiden sınır değilmiş bu nehir. İnsanlar iki tarafa istedikleri zaman gider gelirlermiş. Ama o zaman oralar bizimmiş. Yine öyle olsa ne vardı. Ertesi gün nehir kıyısına gidip planlarını yapmak üzere köy meydanında buluştular.

Çok defa ve hemen herkesin sık sık yaptığı gibi nehir kenarında piknik yapılan yerlerde köylüler yine piknik yapıyordu. Gerçi hudut komutanına göre değişirdi bu durum. Bazı komutanlar çok sıkı tutardı işi, nehir kenarına o bölgede çalışma izni olan köylülerden başka kimseyi yaklaştırmamaları konusunda askerlere emir verirdi. Bazı komutanlar da bir şey olmaz nasılsa askerler nöbet tutuyor, kimse ne karşıya geçer, ne de karşıdan beri geçer, diye düşünürdü. Bu komutanda pek rahatsız etmezdi köylüleri. Bazen tarlada çalışıp yorulan, öğlen molası veren insanlar nehir kıyısında uygun yerlerde piknik havası içinde öğlen yemeklerini yer, dinlenirlerdi.

Rıdvan ve İlhan da nehrin uygun yerine oltalarını atıp balık tutmaya çalışıyormuş gibi yapıyorlardı. Karşıya da bir gurup Yunanlı gelmiş hem piknik yapıyor hem çocuklar suya girip serinliyor, eğleniyorlardı. Bir ara çocukların topu akıntıya kapılıp bizim tarafa geçince mecburen konuşmaya başladılar.  İçlerinden biri Türkçe olarak “ Topu bize verir misin? “ dedi. İlhan kızın Türkçe bildiğini duyunca hoşuna gitti, hemen suya girip topu iyice uzaklaşmadan tuttu. Karşıdan çocukların babası olduğunu zannettikleri biri de suya girip İlhan’a doğru geldi ve topu İlhan’dan aldı. Karşıdan tam olmasa da Türkçeyi bilen demin topu isteyen kız İlhan’a teşekkür etti. Konuşmayı sürdürmek için kıza adını sordu. Kendi adını söyledi. Kızın adı Menye idi. Türkçe Bitikli olarak bilinen ama onların dilinde Tikora’da hemşire olduğunu söyledi. Eğer buraya gelirseniz; gelin beni sorun, size Tikorayı gezdiririz, dedi.

Körün istediği bir göz bunlar buldu lensli, renkli iki göz.  Teşekkür etme sırası İlhan’daydı. – Geliriz, dedi. Ne demek bu karşıya geçince artık korkacak bir şey yoktu, artık karşıda bir

tanıdıkları vardı. Üstelik onları davet ediyordu.

O gün neredeyse akşama kadar balık tutuyor bahanesi ile günü sınır boyunda, nehir kenarında geçirdiler. Böylece askerlerin nöbet değişim saatlerini ve noktalarını gözlemlemiş oldular. Akşam saati tarla dolaşmaya gelen birinin traktörü ile de köye gittiler. O gece yemekten sonra buluştuklarında kararlarını verdiler. Birkaç gün içinde nasıl yapıp edip karşıya geçecek Menye’nin misafiri olacaklardı.

Geldiğinizde  … cafeye beni sorun ya oradayımdır, ya da bana haber ederler demişti. Cumayı cumartesiye bağlayan geceyi karşıya geçmek için kararlaştırdılar.

Cuma günü öğleden sonra yine balık tutmak bahanesiyle nehir kıyısına gittiler. Gün bitmeye yakın dikkat çekmemek için sık böğürtlen çalılarının kuytusunda beklediler. Yoksa askerler veya tarlaya gelen birileri onları görür bu saatte burada ne işiniz var?” diye sorarlardı.

Havanın kararmasıyla birlikte ayakkabı ve pantolonlarını çıkarıp ellerine aldılar ve suya girip boyları yettiği için yürüyerek karşıya geçtiler.

Karşıya geçince acele ile mısır tarlalarına girip üzerlerini giyindiler. Bakınacak, ortalığı tanıyacak ne zaman ne mekandı. Göz alabildiğine mısır tarlaları ile kaplı ovada yine tarla sınırlarından ve mısır karıklarının arasından karşının yerleşim yeri ışıklarına doğru yürüdüler. Hayli yürümüşler hem yorulmuş hem de terlemişlerdi. Açık havada olsa bu kadar sıkıntılı olmazdı yürümek lakin tarla içlerinden olunca yormuş ve sıkıcı olmuştu. Ne olursa olsun hedefleri önlerindeydi. Yanlış bir iş yaptıklarını, geri dönseler daha iyi olacağını düşünmediler bile.

Nihayet kara yoluna çıktılar. Yol boyunca zaten yaklaştıkları Tikora’ya doğru yürüdüler. Köye varınca birilerine kafeyi sormak yerine kendilerinin aramasının daha uygun olacağına karar verdiler. Zira konuşurlarsa kendilerini ele vereceklerinden korkuyorlardı.  Düşündükleri gibi oldu biraz aramadan sonra hem ışıklı bir mekan hem de müzik sesinden kafeyi buldular. İçeri girip masalara oturmadan önce etrafı göz ucuyla da olsa tarayıp Menye’yi aradılar. Biraz ilerde bahçe duvarına yakın bir masada kızlı oğlanlı oturan bir gurup içinde Menye’yi gördüler. Masaya yaklaşıp “Kalespera Menya.”  dediler. Kız onları hiç beklemediği bir anda karşısında görünce ister istemez irkildi. Ve Kalespera, dedikten sonra Türkçe olarak “Hoş geldiniz”, dedi. Lakin hallerindeki dağınıklık ve pejmürdelik karşısında tereddüdü arttı. Arkadaşlarından izin isteyip, onların da peşinden gelmeleri konusunda el işareti ile gelin dedi. Kenar masalardan birine oturdular. Onlara:

  • Ne bu haliniz, nereden geliyorsunuz? Dedi. Bizimkiler saatlerdir yolda olduklarını sınırı

kaçak geçip geldiklerini söylediler. Menye’nin rengi attı.

  • Nasıl olur, siz kaçaksınız başımı belaya mı sokacaksınız, sizi fark ederler. Siz de ben de

zorda kalırız, dedi.  Önce bir lavaboda elinizi yüzünüzü yıkayın, sonra da bir şeyler yiyip için ve geldiğiniz gibi gidin buradan, dedi.

İkisi de hayal kırıklığına uğradılar. Halbuki neler ummuşlardı. Menya onları yedirip, içirecek, arkadaşları ile tanıştıracak, köylerini gezdirecekti. Hiç de umdukları gibi bir karşılama olmamıştı.

Menye’den yeterince yakınlık bulamayan bizim İki Kafadar yaşlarına başlarına bakmadan yemeğin ardından birer şişe bira içip akıllarınca kendilerini süsleyip kafeden çıktılar. Geri dönüş yolunu isteseler de bulamazlardı. Onlara yardım edecek birisi de yoktu ana cadde üzerinden sokak lambalarının ve tek tük de olsa geçen araç ışıklarının aydınlığında bir süre köy içinde yürüdüler.

Karşılarına çıkan bir büfeden sigara, bisküvi, kraker tarzı bir şeyler alıp geceyi bir yerlerde geçirmeyi kararlaştırdılar

Alışveriş sırasında yapmamaları gereken bir şeyi de yaptılar Türkçe konuştular aralarında Onu mu alalım bunu mu alalım? konusunu tartışırken büfe sahibi onlardan şüphelendi.

Büfeden ayrıldıktan sonra daha birkaç yüz metre gitmeden bir polis arabası yanlarında durdu. Daha ne olduğunu anlamadan arabadan inen iki polis onları derdest ediverdi. İkisini de arabaya bindirdiler ve doğruca karakola.

Karakolda kendilerine Yunanca bir şeyler söylendi ancak ikisi de omuzlarını kaldırıp ellerini açıp ne söylediklerini anlamadıklarını belirten işaretler yaptılar. Sizi anlamıyoruz, Yunanca bilmiyoruz, deyip duruyorlardı sürekli. Biz Türküz, Türkiye’den geldik, dediler. Lakin kendilerini anlayıp anlamadıkları konusunda da hiçbir şey hissetmediler.  Polislerden biri onları karakolun bodrum katına indirdi, ikisine de okkalı birer tokat patlattı.

Zaten şaşkın, telaşlı ikilimiz bu beklenmedik tokat karşısında iyice afalladı, korktu ve sindiler. Polis kapıyı üzerlerine kapatıp Türk, Türk diyerek merdivenlerden yukarı çıktı.

Başbaşa kalınca artık konuşmalarının duyulmasından korkacak bir durumları kalmadığından karşılıklı konuşmaya başladılar. Ne aramaya geldik buraya? Sanki bir biz miyiz merak eden, alem merak etmiyor mu da kalkıp kimse gelmiyor bir biz miyiz sivri akıllı diye, aralarında kimin ne zaman ne dediği pek önemli olmadan sadece konuşuyorlardı. Ya dayak devam ederse… Köydekiler onların eve gelmediğini fark edince neler olmuş olabileceğini, daha bir sürü şeyi aralarında konuşup durdular. Bir ara polisin hangisine daha şiddetli vurduğunu bile tartıştılar.

Birkaç saatlik bir aradan sonra aynı polis sinirli tavırlarla yanlarına gelip kapıyı açtı, adeta çekeleyerek ikisini de yukarı çıkardı.

Odada onlarla birlikte beş kişiydiler. İki kişi masaya oturmuş onların söyleyeceklerini yazmak üzere ellerinde kağıt kalemleri ile bekliyorlardı. İçlerinden bir Türkçe olarak:

-Türk müsünüz? Diye sordu. İlhan,

-Evet, dedi. Ardından, nerelisiniz? Sorusu geldi. Yine İlhan Adasarhanlı köyündeniz, dedi. Bir an için nerede olduğunu unutup sanki Meriç karakolunda ifade veriyor gibi rahat söyledi bunu. Adasarhanlı bu kim bilmez ki…

Bu defa yanınızda sizin kim olduğunuzu ispatlayacak kimlikleriniz var mı? Sorusu geldi. Tabii bunun da cevabı;

  • Hayır, oldu. Yalnız bu defa konuşan Rıdvan olmuştu.

İsimlerini, soyadlarını, anne, baba adlarını, Meriç İlçesi, Edirne İlini hep önlerindeki kağıda

yazdılar.

-Niye geldiniz? sorusuna gelmeden önce Rıdvan’ı odadan dışarı çıkardılar. İlhan macerayı baştan sona anlattı. Menye ve kafeyi dahil baştan sona.

İlhan’ı dışarı çıkarıp Rıdvan’ı içeri almadan önce polislerden biri dahili telefon ile amirine Menye ve gece gittikleri kafenin adının içinde geçtiği bir konuşma yaparak onların da karakola getirilmesini istedi. Ardından Rıdvan içeri alındı. Bu defa, Niye geldiniz? sorusu ona yöneltildi. Neredeyse birebir ifadelerle o da yaşadıklarını anlattı. Ancak bu polislerin daha çok huylanmasına sebep oldu. Kurgulanmış bir ifade olduğunu düşünerek, sert bir ifade ve ses tonu ile,

-Anlattıklarınız hiç inandırıcı değil. Yaşlarınız bu anlattıklarınızı yapacak gibi görünmüyor. Kim size yardım etti ve ne amaçla geldiniz, doğruyu söyleyin bizi de kendinizi de yormayın, şeklinde tehditler geldi. İkisi de,

-Doğru söylüyoruz, hiçbir yalanımız yok, dediler. Evrakları imzalamaları istendi.  Onları aşağıdaki odaya getirip götüren polis tekrar aşağı kata, yalnız başka bir odaya götürdü. Bakışları ve tavırları hiç de iyi görünmüyordu. Üstelik odada bir insanla konuşurken hiç de ihtiyaç duyulmayacak alet ve edevat da duvarlarda, masa üzerlerinde duruyordu.

Daha odaya girdikleri gibi bizim iki kafadarın sayamayacağı kadar hızlı tekme, tokat ve yumruklarla onları darp etmeye başladı. Neden vuruyorsun, biz ne yaptık demek akıllarından geçecek olsa da dile getirecek ne fırsatları ne de zamanları oluyordu.

Ne kadar sürdü bu dayak faklı hesabını yapamadılar ama artık ayakta duracak halleri kalmamış adeta bir külçe haline gelmişlerdi. Oldukları yere yığılıp kalmışlardı. Birkaç saat sonra kendilerine gelir gibi olup adeta inlercesine bir birleri ile konuşmaya başladıklarında ifadelerini alırken Türkçe konuşan kişi odaya girdi.

  • Anlattıklarınıza kimse inanmadı. Buraya niye geldiğinizi doğru bir şekilde anlatmazsanız

Buradan sağ çıkmanız şüpheli. Sizi kimse bulamaz, zaten Yunanistan’da olduğunuzu da kimse bilmiyor. Kaçak yollarla girmişsiniz, görmedik, bilmiyoruz der çıkarız işin içinden. O yüzden geliş sebebiniz ne ise, size kimler yardım ettiyse, kimlerle görüştüyseniz hepsini doğru olarak anlatın o zaman belki insafa gelirler, dedi.

Bunun için de çok zamanınız yok, ne anlatacaksanız doğruyu ve bir an önce anlatın, dedi. Birkaç dakika kadar öylece onlardan gelecek bir cevap bekledi. İlhan:

-Kesinlikle anlattıklarımız doğru, sadece merak ettik geldi. Minyadan başka kimseyi de tanımıyoruz. Onunla da yukarıda anlattığımız gibi tesadüfen Meriç kıyıısnda piknik yaparken tanıştık konuştuk. O bizi davet etti.

– Öyleyse niye onun yanında değildiniz, niye sokakta kendi kendinize geziyordunuz. Rıdvan,

-Kaçak geldiğimizi, pasaportumuzun olmadığını anlayınca bizden çekindi, başının belaya gitmesinden korkmuş olmalı, bizim yanımızda çok az kaldı, arkadaşlarının masasına gitti, diye kaç defa anlattık, bundan başka doğru yok, ne anlatmamızı bekliyorsunuz ki bundan başka, dedi.

-Kaçakçılık yapmadığınızı, maya ile iş birliği yapmadığınızı ne bilelim? Belki onlardan birisisiniz, dedi, adam.

Rıdvan,

-Kesinlikle kaçakçı değiliz, kaçakçılıkla veya kaçakçılarla bir işimiz yok. Sadece merakımızdan geldik deyip sözünü yineledi. Bu iş bitsin bir an önce salınsınlar ve köylerine gitsinler diye adeta yalvardı.

Adam siz bilirsiniz, bizden günah gitti deyip geldiği gibi yukarı gitti. Deminki gibi ağır bir sessizlik ortalığı kapladı. İkisi birden ağlamaya başladılar için için ve biraz sonra ikisi de hüngür hüngür ağlayıp duvarları, demir kapıları yumruklamaya bağırıp çağırmaya başladılar. Kimse onları ya duymadı, ya da duysa da seslerine, konuşmalarına, bağırıp çağırmalarına ses çıkarmadı.

Zaman neydi, gece gündüz, gündüzün veya gecenin hangi vakti o da belli değildi. İçleri geçmiş uyuyakaldılar odanın sert zemini üzerinde.

Bir ara ayak sesi oldu merdivenlerde. Kulak kabarttılar ve az sonra bir polis kapıda belirdi. İlhan, dedi. İlhan ayağa kalktı. Kam (Come-Gel), dedi. Ne dediğini anlamasa da el hareketinden “Peşimden gel,” dediğini anladı. Kalktı gitti. Yalnız kalan Rıdvan daha bir sıkıntılı hissetti kendini. Acaba neden onu tek aldılar. Nereye götürdüler, ona ne olacaktı? Sorularla doldu taştı kafası. Lakin yapacak bir şeyi olmadığından tekrar yere çöktü. Artık açlık, hareketsizlikten vücudu ona isyan ediyordu. Bir ara sadece tuvalet için onları aynı kattaki koridorun ilerisinde bulunan tuvalete kadar gitmelerine müsaade ettiler. Ne yemek ne su verdiler onun dışında. Artık açlıktan gözleri karıncalanıyordu.

Yarım saate yakın bir zaman sonra İlhan’ı geri getirdi aynı polis bu defa Rıdvan’a kam (come) diye seslendi. Aralarında nereye gittin, ne oldu? şeklinde bir konuşma fırsatı da olmadı. İlhan’ın yüzünde giderkenki halinden daha fazla bir kırmızılık farketti ya da ona öyle geldi. Bu defa İlhan’ın gittiği bilinmezliğe o gidiyordu.  Yine dayak olabilirdi bu gidişte de. İlhan Rıdvan’ın yaşayacaklarını bildiği için sadece acıyan gözlerle baktı.

Onu da yukarı çıkarıp karanlık bir odaya soktular. Filmlerde gördüğü gibi sadece bir ışık vardı odayı aydınlatan. Oturması için bir sandalyenin olduğu masa. Ellerini masaya bağladılar.

Türkçe olarak;

-Bu son şansın, ya doğruları söyleyip kurtulursun ya da biz sana söyletmesini biliriz, arkadaşın bize her şeyi anlattı, dedi. İlhan ne anlatabilirdi ki zaten bütün olup biteni iki defa anlatmamış mıydık. Farklı ne söyleyebilirdi.

-Size daha ne anlatacağız, zaten her şeyi söyledik ya dün, dedi.

Köyden bazı kişilerin isimlerini söyleyip, onları tanıyıp tanımadıklarını sordu.

  • Tanıyorum, dedi. İşte onun adamlarıymışsınız, ondan aldığınız malları getirmişsiniz,

dedi.

Ne getirmiş olabilirlerdi. Mal ne demekti. Ellerini kollarını sallayarak gelmişlerdi.

-Yalan söylüyor, biz ne kimsenin adamıyız, ne de maldan haberimiz var, dedi. Polisin okkalı tokatı yüzünde patladı. Yalan ne demek, yalan söyleyen sensiz. Her şeyi yapıyor sonra da inkar ediyorsunuz. Ne sordularsa ne duymak istedilerse cevapları hep aynıydı ikisinin de. Rıdvan da İlhan gibi sadece yaşadıklarını, merak edip geldiklerini tekrarladı. Ellerini çözerken ensesine ve vücudunun sırt bölgesine yumruk, tokat atıp durdu polis. Sonra, tekrar kaldıkları odaya dönmeden eline bir şişe su ile bir sandviç ekmek verdiler. Korkan, artık açlıktan fevri dönen Rıdvan da İlhan gibi suyu bir dikişte içip, sandviçi de birkaç lokmada bitirdi. Tuvalete götürdüler. Elini yüzünü yıkadı, ihtiyacını gördü. İlhan’ın yanına götürdüler. İlhan ona;

-Ne oldu, ne sordular, ne dedin? Diye soruları sordu. O da yaşadıklarını anlattı. İlhan:

-Oğlum, bunlar bizden laf almaya çalışıyor. Bizim üstümüze suç atmaya çalışıyor, sakın korkup onların duymak istediği bir şey deme, dedi.

-Ne diyebilirim ki zaten öylesine gelmedik, mi. Nereden yaptık bu hatayı, deyip ağlamaya, başladı. Bizi salmayacaklar galiba bunlar, evdekiler de artık iyice merak etmişlerdi. Bizi aramışlar mıdır? Bunlar bizim burada olduğumuzu söylemiş midir?

Aynen de öyle olmuştu. Köy muhtarını, ilçe karakolundan arayıp İlhan ve Rıdvan’ın Yunanistan’da olduklarını, söylediler. Yunanistan makamları tarafından kendilerine haber edildiğini söylediler. Halbuki jandarma eşliğinde iki gündür en son ırmak kenarında görüldüklerinden, boğulmuş olabilme ihtimali ile arama yapmışlardı. Muhtar haberi çocukların ailelerine haber verdi. Çocuklarının akıbetini merak eden aileler bir nebze de olsa ferahladılar. İki gündür perişan olmuşlardı.

Muhtara ne zaman salarlar, ne zaman döner bizim çocuklar? Diye sordular. Lakin muhtar jandarmanın kendisine sadece çocukların Yunanistan’da yakalandığını ve orada olduklarını söylediğini, söyledi. Bekleyip göreceğiz. Adamlar sorup soruşturur, mahkemeye çıkarır, suçsuz oldukları anlaşılınca serbest bırakırlar, dedi.

Aynen dedikleri gibi oldu. Çocuklar üç gün sonra İpsala kapısından Meriç Jandarmasına teslim edildi. Orada da iki gün süren sorgulama ve dayak faslının ardından, Edirne cezaevine götürüldüler, iki gün orada sorulama ve dayak, yetmiştir artık diye düşünürlerken bu defa İstanbul Bölge İdare Mahkemesine götürüldüler. Bu gidişin dönüşü tam on gün sürdü.

Köye geldiklerinde uzun zaman köy dışına çıkmadılar. Minareyi kaybetmemeye dikkat ettiler.

10.09.2023

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir