KAÇ NASRETTİN GEÇTİ BU ALEMDEN
Nasrettin bir yaz günü tarlasında yetiştirdiği kuru fasulyeleri satmak üzere traktörle Uzunköprü’ye gider. Borsada malına alıcı tüccar çıkmaz. Birkaç tüccara elinde numune ile gider fiyat sorar. Ancak bu yıl nasıl sanki insanlar pirinç yemiyor gibi çeltikler satılmıyorsa o yıl da tüccarlar fasulye almakta nazlanmaktadır. Bir iki gün Uzunköprü’de geçirip numunelerini tüccarlara göstermeye devam eder. Bakar fasulyelere alıcı çıkmaz, daha fazla beklemekle bir şey elde edemeyecek, demiş iyisi mi ben köye döneyim haftaya gelir tekrar borsaya çıkarırım numuneyi. Bu düşünce ile fasulye çuvallarının içinde olduğu römorku bir tanıdığa emanet edip köye dönmek üzere yola çıkar. Meriç üzerinden köye dönmek için tek yol meşhur Uzunköprü’den geçmek gerekir. Tam köprünün sonuna yaklaştığında polislerin yolu kestiğini görür. Nasrettin de ne ehliyet, ne plaka vardır. Yapacak bir şey kalmadığını anlayınca traktörü geri vitese takarak köprü üzerinde gerisin geri giderek Uzunköprü içine ulaşmaya çalışır. Sonra ya akşamı bekleyecek ya da Kurtbey üzerinden köye gelecektir. Ne var ki köprü bitip şehre vardığında önünde-arkasında biriken araç kalabalığını fark eden sabit polis devriyesi Hoca’yı durdurur. Hayırdır kardeş ne bu halin niye geri geri sürüyordun deyince:
– Kendimi deniyorum memur bey! cevabını alır.
– Nasıl yani ne yönden kendini deniyorsun? deyince de.
-Köprü üzerinde ön ön herkes traktör sürebiliyor bu dar köprüden bakalım geri geri geçebilecek miyim? diye kendimi deniyorum, demiş.
Herhalde bu zeka karşısında aklını ceza kesmekle bozmuş polis olmayacağından Hoca’ya bir güzellik edip.
– Hadi kaybol şuradan deyip yol vermiş olsa gerektir. Gönlümüzden geçen bu.
NASRETTİNİN AVCILIĞI
Nasrettin’i köyde çoban arkadaşı olarak Ramadanların Ali Ergen’den ya da çeltik komşusu olarak Bıyıklı’nın Nazif Soyupak’tan dinlemek lazım ki bir kitap dolusu anı çıksın.
Yetmişli yıllarda çeltik tarlalarında motor beklemek, tir patlamasın diye ekiliş öncesi yerleri doldurma dönemlerinde çeltikte, motorun başında kurulan kulübe, bina, çardakta yatmak adetti. Gündüz işini gücünü takip eden çeltik sahipleri, motorcu veya yamaklar akşam olunca birbirlerinin binalarında buluşup gaz lambası, lüks, ayışı altında ocakta kaynayan çayla demli demli sohbetler ederlerdi. Sonraki zamanlarda yani işler tamamen azalmış, çeltikler umuda dönünce nasılsa işin sonu para olduğunda yemek ve içecekler masada farklı olmaya başlardı.
Nazif’in anlattığına göre çeltik binasında meze olarak su bülbülü (Kurbağa) bacağını da Nasrettin sayesinde denmişler. Yetmişli yıllarda çeltik tarlalarından toplanan kurbağalar Küplü’de toptancılara verili nakde çevrilirdi.
Madem başkaları yiyor biz de deneyelim deyip nasıl pişirileceğini öğrenip hayli de güzel olduğunu görünce her erde bol bulunan bu protein kaynağını iyi değerlendirmiştir.
Çeltik komşuluğu olan bir diğer isim de Cavit’in Yunus da ortak bir anılarını paylaştı. Onu da burada aktaralım yeri gelmişken.
Fatih Sultan Mehmet Rumeli Hisarı’nı bir manda derisi alana yaptırmıştır. Bizanslılardan sadece bir manda derisi yer istemiş Anadolu Hisarı karşısına düşen bir bölgede boğaz kıyısında. Adamlar da Fatifteki zekayı nerden bilsin, tamam demişler.
Fatih taze yüzülmüş iri bir manda derisini ustura ile kesilebilecek en ince şekilde kestirip ip haline getirmiş ve ip içinde kalan otuz dönümlük alanı almıştır. Bizanslılar bu durum karşısında biraz ileri geri konuşup olmaz deseler de manda derisi ip elçiye gösterilince artık söz verdik dönemeyiz demiş olsa gerek. Ses çıkarmamış/çıkaramamışlar.
Çeltik tarlalarında uygun durumda olan köylüler tavuk, kaz, ördek de bakarlardı. nasılsa yaz boyu orada insan olacaktı, hayvanlara su gerekmeyecek sadece yemleri verilecekti. Zaten kırda ot, çimen, böcek de yiyeceklerine göre yemden ve kümes, bahçe temizliğinden iş gücü ve zaman olarak da tasarruf edilecekti. Bizim de Kocakırlarda göle salıp bıraktığımız ördek bakmışlığımız vardır birkaç yaz. Bütün yaz ana gölün nimetlerinden yararlanan ördekleri eylül sonu, ekim başı gibi eve dönülecek zaman bir şekilde yakalayıp eve getirirdik. Bizde kümes ya da ona benzer bir şey yoktu. Gölün içinde suda yaşadıklarından tehlike karşısında kendi maharetlerine kalmış artık suya dalıp kurtulmaları. Çünkü her gece çeltik tarlasında yatmazdık, onlar da kendi başlarına kalırdı. Lakin iyi kötü yakınlarda çeltikte yatan komşular olurdu onlar göz kulak olurdu. Ya da kimse kimsenin malına göz koymaz, emindik zarar gelmeyeceğinden. Bazı komşular kümes ya da tel örgü yapıp korunaklı hale getirirlerdi. Hatta birisi o kadar sağlam ve korunaklı yaptığını söylemiş ki kimse veya bir şey onlara zarar veremez, yakalanması imkansız demiş. Nasrettin ben yakalarım, demiş. Yakalayamazsın, yakalarsın derken iş iddiaya binmiş. Sadece iki kolumu havaya kaldırıp indireceğim kaç tane yakalarsam hepsini alırım, demiş. Tamam demiş sahibi de.
Hoca birkaç gün sonra akşam saatleri hayvanların kümese, çite toplandığı bir saatte traktörde getirdiği serpme dediğimiz balık ağını hayvanların üzerine atmış ve altında kalan yedi sekiz civarında ördek, piliç Allah ne verdiyse çuvala doldurup kendi çeltik binasına götürmüş, o gece o bölgedeki çeltikçiler sabaha kadar ördek tavuk temizlemiş sonra da geç vakitte de olsa organik etlerle ziyafet çekmişler.
İddiaya girerken kaybetmeyi göze almadınız mı hiç girmeyin derim.
18.07.2023/İzmit
ERSİN TARI’DAN NASRETTİNLE İLGİLİ BİR ANI.
Olay 1975 – 1980 yılları arasında geçmektedir. Nasrettin Açıksu mevkiinde, Balabancık yolu üzerinde çeltik ekmiştir. Küplülü Tükel kardeşler de o mevkide çeltik ekmişlerdir. Çeltik komşusudurlar.
Çeltikler ekilmiş büyümüş, otlanmış, darıcan zehiri atmaktadırlar. Ancak hem sıcak hem oruç insanları zorlamaktadır. O yüzden sabah erken kalkıp işi öğlene kadar bitirip öğleden sonra istirahat etmekte veya daha hafif işleri yapmaktadırlar. Tükeller de çok Küplü’lü vatandaş gibi Müslümanlığı mümkün olduğu kadar yaşamaya gayret eden insanlardır. İşi gücü bahane edip orucu bırakacak insanlar değildir. Üç kardeş olduklarını hatırlıyorum. Recep Tükel otobüsçü idi. Ali ve Hasan kardeşler daha çok çiftçilikle uğraşırdı.
Komşular arasında alışveriş, yardımlaşma olmaktadır. Bizim Nasrettin ile Tükeller de komşu oldukları için bazen bir araya gelirler yardımlaşırlar, sohbet ederlermiş. O gece de çeltik binasında bir araya gelmişler ve sohbet etmişler. Dağılacakları zaman konu ramazandan açılır, ertesi gün oruç tutmak için sahura kalkacaklarını söyler Tükeller. Nasrettin de:
- Yahu bize de seslenin de biz de kalkalım, der. Tamam, derler ve sahur vakti
Nasrettin’i kaldırırlar. Hasan ağası ile hazırlıklarını yaparlar ve ilaç atmaya başlarlar erken erken. İşler bitip akşam vakti sohbet için bir araya geldiklerinde Hasan Tükel utana sıkıla Nasrettin’e sorar:
- Ya hocam! Sana bir şey soracağım, Herkes sana Hoca, diyor. Sahura da kalktın
ama bugün sen sanki sigara içiyordun. Bu nasıl hocalık, Rahatsız falan mısın? Diye sorar.
- Yok be Hasan komşu, ben hoca falan değilim, Hocalık kim ben kim. İşim mi yok
milletin ölüsü ile dirisi ile mi uğraşacağım. Ben, bırak ölü yıkamayı, ölü görsem yanında durmam, demiş.
Hasan Tükel yeri geldikçe bizim Hocanın hocalığını anlatırdı. Allah onları cennetinde saklasın. Bize de onları hayırla yad etmek düştü. 24.06.2016