EDİRNE ADASARHANLI KÖYÜ

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Ailelerimiz
  4. »
  5. ABDULLAH GÜNDOĞAN

ABDULLAH GÜNDOĞAN

Enver Erkan Enver Erkan -
217 0
  • ABDULLAH GÜNDOĞAN (DANABAŞ ABDULLAH)

Kapak fotoğrafı, torunu İdris Gündoğan.

Üç Gündoğan kardeşin ikincisi idi. Ancak en erken terk-i dünya eyleyeni oldu. 1993 yılında torunu Gönül’ün düğününün ertesi günü tansiyon yükselmesi ve beyin kanaması sonucu felç oldu. Başım ağrıyor, deyip birkaç aspirini üst üste alınca kan sulanmış. Sonucunda beyin kanaması gerçekleşmiş. Edirne’de bir hafta yoğun bakımda yattı ve ertesi haftayı göremeden vefat etti. Günlerden cumartesiydi ve küçük kardeşim Refiye’nin düğün alayı vardı. Tam düğün başlamak üzereyken Edirne’den telefon geldi ve biz apar topar bir parça düğün ve askı yaparak kız kardeşimi gelin olarak Küçükaltıağaç köyüne gönderdik alelusul bir düğünle. Gece kınasını yapmıştık Allahtan bir gece de olsa. Kısmetten ziyadesi yok.

Dedesi Hilmi Gündoğan.

Abdullah aga bizim pirimizdi. Din onda, hatıra onda, hele ki dört yıl yaptığını söylediği askerlikle ilgili anılarını anlatmaya başlarsa ne gece yeter, ne de gündüzler.

Ağzı iyi laf yapardı. Kız isteme konularında o da önde gelen şahsiyetlerdendi. Hilesiz olduğu için ona güvenilir, tamam, dediği adama kız verilebilirdi.

Abdullah ağa, 1940’ların, 50’lerin tek başına iktidarlı hükümet dönemlerinde askerin, polisin, devletin halk üzerindeki güç ve etkisini öyle bir anlatırdı ki. Hele biri sizi şikayet etsin. Soru, sual, şahide ispata gerek yok. Sizin gidişiniz olur, dönüşünüz olmazdı. Yediğiniz dayaktan ölmez, sakat kalırsanız, sağ olarak köye dönerseniz siz artık her ne kadar adamsanız da yarım adamsınızdır. Gene de iyisinizdir. Muzaffer İzgü’nün Dayak Birincisi hikayesinin kahramanı bile sizin kadar sağlam değildir demek ki.

Tatillerden birinde merada kardeşimin yerine koyun otlatıyordum. Uzaktan Abdullah ağanın ıslık öttürüp el kol hareketi yaptığını gördüm. Otur mu diyordu, gel mi anlamadım. Pek de itibar etmedim. Bir müddet sonra yanına gittiğimde:

  • Hayırdır ne var, ne oldu, ne dedin? Dedim.
  • Yahu deprem oldu, otur dedim sana. Dedi.
  • – Niye oturayım ki zaten açık alandayım, ne tehlike olacak ki? Diye sordum.
  • Olur mu? dedi. Asıl tehlike açık alanda. Dedi. Bir şey anlamadım.
  • Ne gibi bir tehlikesi var hele anlat. Dediğimde:
  • Deprem anında dengeni kaybeder, düşer, bir yerini kırarsan maazallah, iyileşmez, kaynamaz dediydi. Allah var. İnanmadım. Bu kadar çok ihtimalin bir araya gelip beni bulması olmaz iş dedim. Zaten ben deprem olduğunu bile anlamamıştım. Ufak tefek şiddetli depremleri hemen hemen hiç hissetmedim. Artçılar benim için pek bir şey ifade etmedi ne Erzincan’da ne de Gebze’de.
  • Ama Abdullah ağamla öyle bir anımız oldu.

Çiftçiliği pek sevdiğini söyleyemem, zorunluluktan giderdi tarlaya, traktör sürerken hiç gördüğümü hatırlamıyorum.

Onun hayatı koyunlarla güzeldi. Gündüz tarla işleri yapsa da akşam üzerine doğru koyunlara gider onların ayrılması, sağımı, kırkılması zevkti ona. Oğlu Mehmet Agama sormak lazım vasiyet bile emiş olabilir satmayın bu koyunları sakın onlar bir ailenin geçimine yeter demiştir. Sağlığında değil satılmak, lafı edilse her halde kıyamet kopardı.

(Soramadan Mehmet ağamı da kaybettik bu yıl. 03.08.2023)

Geceleri kahveye gitmediği için akşam yemeğinden sonra uğrar hal hatır sorar, iki de laflardık. Yunus yeğeni onun sırtını çiğnerdi. Olmadı gazla masaj yaptırır rahatlardı. Kahve ağabeyi Mustafa ile ona göre dedikodu yuvası, sabah kalkmakta güçlük çekileceğinden ibadet ve işte geri kalmaya sebep olurdu. O yüzden erkenden yatar, dinlenir, sabah erkenden uyanır işine koyulursun. Düstur budur.

İşte o evde olduğu için yeğeni Yunusla akşam kahveye çıkmadan önce uğrar ondan bir şeyler dinlerdik.

Bize genellikle eskileri anlatırdı. Ya da anlatması için biz teşvik ederdik. Eskiler onda çok derinden gelir anlatırken keyiflenirdi. Annesinden babasından dinlediklerini eski köyle ilgili anıları vardı. Köyün Yunanlılar tarafından işgal altına girmesine kadar giderdi bizim sohbetler bazen.

Çok sert davrandılar bize diye anlatırmış babası Danabaş İbrahim. Halbuki Danabaş dedeyi ben de tanıdım ama o bizimle konuşacak kadar genç ve alçak gönüllü değildi. Ağır dedelerdendi! Torununa anlatırdı, torunu da bize ama torunu da biz de onu anlayacak hayat tecrübesine, bilgisine sahip değildik. O da bizim yaş seviyemize uygun anlatacak kadar hafif değildi! Ellerinde kesici delici ne alet varsa almışlar önce kendilerine karşı kullanılmasın diye. Zaten köyde erkek azmış. Gençler askerde savaşlarda ömür tüketirlermiş. Köylerde kalanlar ya yaşlılar ya da çocuklar, gaziler olurmuş genelde. Tüm Türkiye’de olduğu gibi. Yunanlılar köyün ileri gelenlerini toplayıp zulmederler ellerindeki parayı, değerli eşyaları vermelerini isterlermiş. Olmazsa adam öldürürler korku salarlarmış. Zaten yokluk içindeki halk nereden ne bulup verecekse. O zamanlar insanlar ancak yiyecek ekmeklik kadar bir mal mülk çıkarırlarmış. Genellikle Ergene ve Meriç taştığından tarlalarda ürün kalmazmış. Ancak bayır alanlarda ekim dikim yapılır her evin bir iki baş hayvanı olur onlarla idare ederlermiş. Biz zenginliği Cumhuriyetle gördük derdi.

Köyü buraya taşıdıktan sonra, insanlar ellerinde avuçlarında ne varsa ev yapmak yeni eşyalar edinmek için harcadı. O da ne eşya ise. Çoğumuz hasır üzerlerinde yatardık derdi. Ne zaman ki Meriç kıyısına, Ergene kenarına seddeler yapılmaya başladı biz de o zaman tarlalarımızı ekip biçmeye, mal sahibi olmaya başladık diye anlatırdı.

Aklıma geldi şimdi. Boncuk yutan bir tavuğun nefes alamadığını görünce cebinde taşıdığı çakısı ile hayvanın gırtlağını yarıp boncuğu çıkarmış, deldiği yeri dikip pansumanını yapmış tavuğu hayata döndürmüştü. Tavuk bir zaman sonra enfeksiyon kapıp ölmediyse yiyecek yemi varmış demek ki Abdullah ağanın şefkatli elleri ile tedavisini olma şansına ermiş.

Hayvan hastalıkları konusunda da az çok uzmanlığı vardı. Koyunların kulaklarını kesip kan akıtarak tedavi ettiğini görüyordum. Hasta koyunların ölme ihtimali fazlaysa keser konu komşu hep birlikte yerdik. Mundar etmezdi hayvanı kısacası.

Ağaç aşılama konusunda da ufak tefek denemeleri vardı. Evlerinin bahçesindeki iri dut büyük ihtimalle onun aşısıdır. Hem iri hem tatlıydı. Kestiler galiba inşaatlar sırasında. Bizim bahçeye doğru başka dutlar da var o kadar çok dutu kim yiyecek sanki deyip kestiler anlaşılan. Zaten bahçe de dar. Ceviz ağacının bir türlü ceviz tutmamasına duyduğu bir rivayetten hareketle göz dağı verip o yıl ceviz verdirttiğini de bilirim. Baltası elinde; “Keserim ha! Yeter vereceksen ver şu cevizimiz artık.” demiş. Belki balta ile hafiften vurunca tozlaşmamı oldu neyse artık O yıl ceviz yemişlerdi. Ceviz yeni ev inşaatına kurban giden ağaçlardan biri oldu sonradan.

Hemen cevizin yanındaki susam sapı yığınının üzerine leylekler yuva yaptığından sapları yıllarca yakmadılar. Her yıl saplar çürüyüp yığın alçaldıkça alçaldı, kardeşim de fırsattan istifade yığındaki yuvaya tavuk yumurtalarını doldurdu, otuz civarında civciv çıkarttı leyleğe. Tabii gün hesabını karıştırmadı. Yoksa leylek civcivleri yerdi. Çıkmadan bir gün önce yumurtaları alıp tavukların altına serpiştirdi. Tavuklar da bir gün sonra arkalarında kocaman bir civciv sürüsü ile gururla gezerken seyretmek bir başka oluyordu.

Abdullah ağayı bir öykümün kahramanı yapmıştım daha önceki bir yazımda. At sürmesi ile meşhurdu. At üzerine uzun bir konuşma yapmıştı yeğenine. Atlar onun binitleriydi. Teknoloji ile arası iyi olmadığı için at öncelikliydi.

Bebeklere ad koyma işini de o yapardı. Kulağına ezan okur, kamet getirir ve adını üç defa fısıldardı kulağına. Hanımı ve kızları da torunu olduğunda lohusa şerbetini ikram etmişlerdi de içmiştik kana kana.

Şimdi her şey profesyonelleşti. Bütün işleri organizatörler yapıyor neredeyse. Çocuklarımıza ad koymak için hemen hocaya gidiyoruz. Gerçi benim çocuklarımın adını kaynatam koydu. Arada kendimi sorgularım o zaman ben bir yıl boyunca köyün neredeyse bütün çocukları gibi İbrahim Hoca’nın rahle-i tedrisatından niye geçtim diye. Gerçi biz rahlelerde değil bildiğin okul sıralarında okuduk da lafın gelişi. Kaynatama o işi bırakmam saygıdandır işin doğrusu. O bu zevki yaşasın diye. Hem de sağlam iş olur. Tecrübe var ne de olmasa. Yoksa mecbur kalsam ben de kulağa ezan okuyabilecek kadar bir bilgi ve yeteneğe sahibim. Ancak bunları iş saymayıp, birilerine havale etmek de zamanın modası olmadı değil.

O yılların profesyonel ilerinden biri de traktör sürücülüğü idi. Abdullah ağalar ilk traktörü aldıklarında sürecek halde değildi üç kardeş ve Abdullah ağanın oğlu. İlk zamanlar bir şoför tutuldu ve işler ona yaptırıldı. Sonra ağabeyi, kardeşi ve oğlu işin piri olup traktörü kendileri sürüp işlerini gördüler. Ancak o bu işi işten saymadı bir türlü. Paranın olması teknolojiyi satın almak yetmiyordu eskiden. Onu kullanacak insanımız yoktu. Savaşlarla geçen yıllar, savaşlarda geçen yıllar köyü, köylüyü, milleti yoksulluk ve sıkıntı ile sınamış. Ne zaman ki barış dönemleri geldi o zaman teknoloji ve onun nimetleri hayatımızı kolaylaştıran oldu.

O zaman berber bile lüks sayılırdı. Abdullah aga sakal tıraşını kendi olurdu saç tıraşı gelince de kardeşler birbirinin saçını keserlerdi. Sonradan berberi geçtik kuaförümüz bile oldu.

Habbe (Habibe / Yunus Göksel), Fatma /Hasan Düzgün, Kaniye/Hüseyin Şengül kızları ve onların eşleridir.

Oğlu Mehmet-Emine Gündoğan. Oğulları İdris /Ayşe, Kızları Gönül/Ömer Keçidir.

Abdullah amca da Nur içinde yatsınlardan olup gitti. Bize dünyanın her türlü eziyet veya keyfiyetini bırakıp.

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir